Pas çözücüler – Antioksidanlar

Anti sözcüğünün olumsuzluk anlamında kullanıldığını hepimiz biliyoruz. O zaman oksidan nedir bir bakalım. Oksidan oksidasyon yapandır. Oksidasyon ya da yükseltgenme, elektronların atom ya da molekülden kopup ayrılmasını sağlayan kimyasal bir olaydır. Yani oksidasyon bir maddenin O2 ile birleşirken elektron kaybetmesi yani o maddeyi oluşturan moleküllerin dengesiz, kararsız hale geçmesidir.

Oksidasyon elektron kaybedilmesi olayıdır ve O2’yi alan madde oksidandır. Artık O2 ile temas eden madde paslanmıştır. Kısaca oksidasyon genel tabiri ile paslanma demektir. Canlı sistemlerde sürekli olarak oksidasyon gerçekleşir. Yani yaşadığımız sürece her an okside oluyoruz, maalesef paslanıyoruz. Paslanmamızın nedeniyse metabolizma yani canlılığın devamı için gereken yapılım ve yıkılım olaylarıdır. Bu olaylar genelde  oksidasyon temelli olaylardır ve bunu yapan da oksijen molekülüdür. Yani canlılığımızın devamı için gereken, yüksek yapılı gelişmiş organizma olmamızı sağlayan oksijen molekülü ve onun sonucu gelişen oksijenli solunumdur.

Oksijensiz yaşayamayız, tamam, ama bizi yavaş yavaş paslandırıp kaçınılmaz sona yaklaştıran da oksijenli solunumdur. Oksijenin hücrelerimizde yaptığı bu oksidasyona yani paslanmaya oksidatif stres adı verilir. Oksidatif stres canlı organizmalardaki bozulmanın ve ölümün birincil nedenidir.

Buraya kadar ne mi anlattım? Özetleyeyim.

  1. Yaşamak için soluk alıp veriyoruz. Soluk alıp vermek için kullandığımız oksijen bizi paslandırıyor. Paslanmanın süresi uzadıkça ve miktarı arttıkça hastalıklara ve ölüme daha hızlı yaklaşıyoruz.
  2. Bu nasıl mı oluyor? Oksidatif stres dediğimiz olay, hücrelerimizde gerçekleşen oksijenli solunum sonucunda, oksijenin kararsız hale getirdiği paslanmış moleküllerle oluyor. Kararsız, dengesiz başıboş moleküllerdir bunlar ve oksidasyon ürünleridir. Oksitlenmiş, paslanmış bu moleküllere serbest radikaller denir.
  3. Serbest radikaller metabolizmanın yan ürünleridir. Hücre için zararlı olduklarından hemen kararlı, dengeli hale geçmeye çalışırlar.
  4. Serbest radikaller bunun için ortamda bulunan moleküllerden eksik kalmış elektronlarını tamamlamaya çalışırlar. Bunu yaparken önce oksidasyon karşıtı olan antioksidan maddelerden eksik elektronlarını tamamlamaya çalışırlar. Çünkü serbest radikaller hiçbir şekilde içinde bulunduğu canlıya zarar vermek istemezler. Zaten vücudun yaşamını sürdürebilmek için yaptığı metabolizma olaylarının sonucudurlar.

Vücudumuzdaki çok çeşitli şekillerde bulunan serbest radikallerin çoğu oksijenden oluşan radikallerdir. Oksijenli solunum sonucunda oluşan maddeler reaktif oksijen türleridir ki kısaca ROS denir. En bilinen ROS’lar yani oksijenin oluşturduğu serbest radikalleri sayarsak eğer bunlar hidroksil radikali (OH-), süperoksit radikali (O2-) ve hidrojen peroksit (H2O2) tir.

Serbest radikaller aslında vücudumuz için gereklidirler. Ozonu konuşurken anlatmıştım. Ozon anlık olarak vücudumuzda oksidatif stres oluşturup sonucunda serbest radikalleri açığa çıkarır. Serbest radikaller de – kötü değillerdir ki onlar – bedenimizdeki antioksidan mekanizmasını uyarırlar. Vücudumuzu içeriden ya da dışarıdan gelecek olumsuzluklara karşı bizi korurlar.

Önemli olan oksidatif stres ile antioksidan savunma mekanizması arasında bir denge olmasıdır.

Sağlıklı bir bedende bu denge vardır. Denge bozulursa oksidatif stres artar. Oksidatif stres aslında bir hastalık değildir ama hastalığa yol açabilir ya da hastalık oluşmasını hızlandırabilir. İşin en kötü kısmıda oksidatif stresin kısa vadede bir belirtisinin olmamasıdır. Antioksidanlar yani nam-ı diğer pas çözücüler kararsız, dengesiz, eksik elektronlu bu serbest radikallere kendi elektronlarından vererek onları dengeli, nötr hale getirirler. Yoksa serbest radikaller gidip hücrede gözlerine kestirdikleri yerlerden – ki bu genellikle hücre zarı ya da organellerin zarı olur – elektron çalarlar. Bu sefer de hücre bozulmaya başlar ve artık geri dönüşümsüz yolla girilmiştir.

Antioksidanlar hücrelerimizin, sonra dokularımızın sonra organlarımızın sonra sistemlerimizin en sonunda da bir bütün olarak vücudumuzun bozulmasını, hastalanmasını engelleyen moleküllerdir. Oksijenin gerçekleştirdiği paslanmayı çözüp hücrelerimiz gıcır gıcır parlatırlar. Yok karışık olmadı inanın. Az geri alıp bir kez daha okursanlız taşlar yerine oturacak. 

Şimdi de vücudumuzu paslandıran, yaşlandıran, hastalandıran oksidasyon sonucu oluşan serbest radikal kaynaklarını sayalım mı?

UV ışınları, radyasyon, sigara ve alkol kullanımı, çevre kirliği, hava kirliliği, yoğun egzersiz (evet her şeyin fazlası zarar), kronik hastalıklar, bakteri/ mantar/ virüs enfeksiyonları, yanlış beslenme ki günümüzün en büyük sorunu… Ben de ekleme yapayım yeterli su içmeme gibi birçok iç-dış faktörler oksidasyon sonucunda vücudumuzda elektron hırsızı serbest radikalleri  oluşturur.

Gelelim pas çözen, yaşlanmamızı geciktiren, hastalıklara karşı bizi koruyan antioksidanlara. Bazıları vücudumuzun ürettiği doğal antioksidanlardır ama unutmayalım ki kronolojik yaş ilerledikçe üretimleri ve çalışma hızları yavaşlar. Şimdi vücudumuzda üretilenleri sınıflandıralım. Bunlar enzim olanlar ve enzim olmayanlar diye ikiye ayrılırlar. Enzim olanların isimleri epey havalı ve biraz karmaşık gelebilir ama ben söylemiş sizler de duymuş olun.

  • Süperoksit dismustaz (SOD), katalaz (CAT), glutatyon peroksidaz (GPx), glutatyon redüktaz (GR).
  • Sıra çoğunu vücudumuzun ürettiği enzimatik olmayan antioksidanlardan bahsetmeye geldi. Çoğunun ismi zaten tanıdık gelecek. Çünkü televizyonlarda ve sosyal medyada sık sık duydunuz. Glutatyon ki antioksidanların kraliçesi, kral ismi yok hiç beklemeyin, melatonin bence küçük kızkardeşi glutatyonun, koenzim Q10 ve alfa lipoik asit ki diğer kız kardeşler diyorum ben, ürik asit, biluribin, selenyum, asetilsitein, magnezyum, çinko.
  • Bir de vücudumuzun üretemediği dışarıdan beslenme yolu ile alınması gerekenler var. Sakın bunu illa takviye kullanmak zorundayım diye düşünmeyin. Beslenme ile alınabilirler bu sayacaklarım. Vitamin E (alfa tokoferol), vitamin A (beta karoten), vitamin C (askorbik asit), B9 (folik asit) ve gingko biloba. Gingko biloba takviyesini Muazzez İlmiye Çığ bir röportajında kullandığını söylemişti. Şu an 106 yaşında kendisi ve geçen yıl ağustos ayında yaptığı bir konuşmasını dinledim inanın benim kafam ondan daha karışık.

Hayatta kalabilmek için beslenerek aldığımız organik-inorganik molekülleri oksijenli solunumla yakarak parçalara ayırdık. Sonucunda doğal olarak serbest radikal oluşturduk. Serbest radikaller de oksidasyon yaptı. Vücudumuzda oksidasyon olmasın yani paslanmayalım, yaşlanmayalım, hastalanmayalım diye o eşsiz biyoteknoloji harikası olan vücudumuz antioksidanlar yani pas çözücüleri üretti.

Antioksidanların üretimi ile oksidanların üretimi vücudumuzda dengede olmazsa ne olur? Suyu anlatırken homeostasi sözcüğünü kullanmıştım: canlının iç dengesi. Denge bozulduğunda homeostasi bozulur. Hücre zarları, hücre içi proteinler, hücre içi organellerin zarları ve DNA’da yapısal zararlar oluşur. Hücrenin yapısı yavaş yavaş bozulurken hastalıklar meydana gelmeye başlar. Sakın unutmayalım bugünkü yakındığımız ve doktora giderek tedavi olmaya çalıştığımız hastalıklarımız birkaç yılda oluşmamıştır. Uzun bir zamana yayılarak oluşan oksidasyonun oluşturduğu bir sonuçtur.

Ne yapalım da okside olmayalım paslanmayalım diyorsanız hiç kurtuluşu yok. Her nefes aldığımızda paslanıyoruz. Sorun okside olmamak değildir. Oluşan oksidan ve antioksidan molekülleri dengede tutmaya çalışmaktır. Emin olun bu dengeyi sağlayabilmek sadece vücudumuzu uzun vadede oluşacak hastalıklara karşı korumakla kalmaz, anlık karşılaşabileceğimiz viral, bakteriyel ve mantar hastalıklarına karşı da korur. Yaşlanma sürecimizi yavaşlatarak gençliğimizin güzelliğimizin süresini uzatır. Kanımızdaki zararlı okside olmuş yani paslanmış yağları nötralize eder ve dolaylı yoldan kalp-damar hastalıklarına karşı bizi korur. Kanserojen iç ve dış etkenlerin zararlarını azaltarak kanser oluşumunu ya da oluşan kanserlerin büyüyüp yayılmasını engellediği de bir çok bilimsel makalede yayınlanmıştır. Kronik akciğer hastalıklarına karşı korunmaya destek olur. Göz sağlığı üzerindede etkileri yapılan klinik çalışmalarla ortaya konmuştur.

Gelelim antioksidanlara nasıl ulaşacağımıza? Elbette ilk seçenek beslenme yoluyla. Antioksidan yiyecekler nelerdir yazıp online aramaya kalktığımızda karşımızda çok uzun bir yiyecek listesi çıkar. Bunları yazıp kimseyi sıkmak istemem. Zaten bir süre sonra hangi yiyecekte hangisi vardı bilgi karmaşası ile karşı karşıya kalıyoruz. Çünkü bir besinin içinde tek bir pas çözücü yani tek bir mineral ya da vitamin yok ki. Daha önce iskelet sağlığında bahsettiğim gibi tüm mineraller ve vitaminler, sağlığımızı koruma oyununda takım oyuncuları halinde hep birlikte görev yaparlar.

Benim tarifim kısaca gökkuşağının tüm renklerine sahip toprakta yetişmiş taze her şey, baklagiller, kepekli tahıllar, yağlı tohumlar yani kuruyemişler çiğ olursa daha iyi, yumurta tabiki ve bitkisel kökenli soğuk sıkım yağlar dersek genellemiş oluruz. Yani yemek için mi yaşıyacağız yoksa sağlıklı yaşamak için mi yiyeceğiz? Seçimi yapacak olan biziz.

Sağlıkla kalın sağlık aşkına.

Yorum bırakın